BUĞDAY BAŞAĞINDA ŞELALE / ORAK VE KALEM

BUĞDAY BAŞAĞINDA ŞELALE / ORAK VE KALEM

Kaç günün yorgunluğu omuzlarından kollarına doğru iniyordu. Arkada yukarı kadar çıkan desteler, aşağıda yayla gibi genişleyen biçilmemiş buğday tarlası. Palamut ağacının koyu gölgesinde, bir yanda gözünde büyüyen koskoca tarla, diğer yanda ağustos böceğinin şarkısına eşlik eden temmuz sıcağının dayanılmaz cızırtısı. Arada yaprakların hışırtılarıyla boynuna vuran serinlik, küçük bir çaydan geçerken ayağını suyun yalamasını andırıyordu. Keşke yürek çarpıntısı gibi düzenli olarak vursa bu esinti. Gitse ama bekletmeden yine gelse. Bıkmadan, usanmadan.

Karşısında bir abide gibi duran ve “içinde palamut ağacı olmazsa tarla tarla olmaz” dedirten koca ağaç. Yan yana duran bu iki ağaç yaz sıcağında evin içi kadar güvenliydi. Gölgesine konan yiyecekler, küçük çocuklar, ev hayvanları, alet-edevat… Hepsi içinde iken Nuh’un Gemisi rolünü üstleniyordu koca ağaç. Güneş tam tepeye geldiğinde artık palamut ağacının gölgesinde uyumak zorunluluktu. Ama önce hazırlık yapmak gerekiyordu.

Hatice sofrayı hazırlamaya geldi. Dilinde neşeli bir türküyle. “Denizin dibinde Hatçem demirden evler.” Taze soğan ve biraz ekşimiş olan ayran buğday tarlalarının vazgeçilmeziydi. Taze soğan ve ayran olurda bulgur pilavı olmaz mı? Çalı-çırpıyla yakılmış ateşe konan pilav tenceresi ve hemen yanına sürülmüş çay suyu tenekesi… Pilavla doyan karınlar üstüne hafif is kokan çayı da içti mi artık uykuya rahat gidilebilir. Hatice sofrayı toplarken, küçük kardeşler Meyhadı Pınarına soğuk suya gideceklerdir. Anne ve babanın bir an önce yatıp dinlenmesi lazım. Onların ek işi yok. Arada dinlenme lüksü de. Sadece buğday biçmeliler. Onlar başka işlerle vakit kaybederse, tarlada geçen gün sayısı artacağı için, çocuklar yemek, su, hayvanlarla ilgili işleri paylaşırlar.

Temmuz ortasında kızıl sıcağın altında çalışırken sahip oldukları en büyük lüks öğlen uykusuydu gölgede. Toprağın üstüne uzanıp, sırtına batan küçük taşlar temizlendikten sonra yorgunluk, rahatsız yatağa galip gelir ve ilk yarım saatte uykuya dalardı herkes. Annenin koynuna yatan küçük kardeş ve onun ayakucunda Karabaş ve iki yavrusu…

Bu rahatlık annenin “haydi kalkın, ikindi oluyor” demesiyle bozulur. Orağını alan tarlaya yönelir. Hatice kaldığı yerden devam eder hayallerine. Altında lüks arabasıyla tarlaya gelip, kasa kasa şeftali, erik ve kayısı indirir. Buz gibi suyun içinde yıkanan meyveler, güneşin altında pişen insanların yüzlerini güldürecektir. Hatice tarlaya sadece sevdiği ve orada olmak istediği için gelmiştir. Eline aldığı orağı kalem tutar gibi tutarken, aslında orakla kalem aynıdır onun için. Eldeki alet bir araçtır sadece. İstediği hayatı ona veren… Önünde uzayıp giden buğday tarlası da olsa, sayfalarca defter ya da milyarca karakter yazdırabilen word sayfası da olsa aynıdır. Önemli olan Hatice’nin kafasındaki güzel duygular, hep daha güzeli isteyen heyecandır.

Orak ve kalem…Çapa ve kitap… Küfe ve sırt çantası… Denizin kenarında güneşlenirken okunan kitap gibi buğday biçmesi. Okula koşarken taşınan çanta gibi tütün küfesi. Hatice aynı Hatice. Umutlar hep aynı umutlar. Ve mutluluk hep aynı coşkuda istendiği sürece.

Mutluluk hep aynı coşkuda istendiği sürece.

0CAK 2017