TIP BAYRAMI VE MUSTAFA BEHÇET EFENDİ

Sağlığın korunması ve hastalıkların tedavisine dair insan tecrübesi, insanoğlu kadar eskidir. Elde edilen en eski tarihli arkeolojik buluntular ve mağara resimleri bize bunun ne kadim bir tecrübe olduğunu kanıtlamaktadır.

İnsanın sağlığına dokunan, yarasını saran, ağrısını dindiren her kim olursa insanlar onları hep yüksekte tutmuş değerli saymışlar. Çoğu toplumlar bu kişileri kutsal kabul etmiş hatta tanrısal sıfatlar yüklemişler. Çünkü tanrının iyileştirici şifa sıfatı bu kişilerin ellerinde tecelli etmiş. Durum böyle olunca hep seçkin kişiler bu meslekleri seçmişler ve hep de toplumun önünde olmuşlardır. Kimi zaman hükümdarın yanında onun siyasetine yön vermişler, kimi zaman yangının ortasında can kurtaran kahraman, bazen depremde her şeyini kaybeden minik canların nefesi…

Sağlık camiası hekimiyle, hemşiresiyle, sağlık teknisyeniyle ve diğer personeliyle sadece 14 Mart’ta değil, kötü her günde önemi bir kez daha anlaşılan koskoca bir kahraman ordudur. Değerinin bilinmediği, haklarının teslim edilmediği zamanlar her dönemde olmuştur. Fakat bu ordu asla görev mahallini terk etmemiş ve etmeyecektir. Buna inancımız sonsuzdur. Bu vesileyle 14 Mart Tıp Bayramının anlamına dair bir hekimin hayatını ele almak istiyorum. Mustafa Behçet Efendi, Tıbhâne-i Âmire adı verilen ve günümüzde eğitimine halen İstanbul Üniversitesi çatısı altında devam etmekte olan Osmanlı Dönemi tıp okulunun 14 Mart 1827 tarihinde açılması ve eğitime başlamasında önayak olmuş ve önemli hizmetler yapmış bir hekimdir.

Saygı ve minnetle anıyoruz.

Mustafa Behçet Efendi 24 Nisan 1774’te İstanbul’da doğmuştur. Annesi Hekimbaşı Hâfiz Hayrullah’ın kızı Nefise, babası ise Divân-ı Hümâyûn kâtiplerinden Mehmed Emîn Şükûhî’dir. Önce medresede eğitim almış ve 1792 yılında daha 18 yaşında iken müderris olmuştur. Eğitimi esnasında Divân-ı Hümâyûn tercümanı Yahya Naci Efendi’den Latince ve İtalyanca dillerini öğrenmiştir. Bu dillerin yanında Arapça, Farsça, Almanca ve Fransızca da bilmektedir ve tercüme ve telif ettiği eserlerle alana önemli katkıda bulunmuştur. Ailesinin de nesiller boyunca hekimlik mesleği içinde bulunmuş oldukları görülmektedir.

Saraya 1795 yılında hekim olarak girmiş ve yaklaşık 7 yıl saray hekimliği görevinde bulunmuştur. 1803-07, 1817-21, 1823-34 yılları arasında 3 defa hekimbaşılık görevini üstlenmiş, son görevi sırasında yakalandığı şarbon veya diğer adıyla antraks hastalığından kurtulamamış, 1834 yılında 60 yaşında iken vefat etmiştir.

Zarif, bilgili, hoş sohbet bir kişi, güzel konuşmalarıyla meclislerin aranan siması olan Mustafa Behçet Efendi, özellikle padişah ve çevresine kendini sevdirmiştir. Devrinin en önemli ilim adamlarından Şânizâde Efendiyi daima kıskanmış ve hak ettiği yere gelmesini engellemiş olması, Mustafa Behçet Efendinin hayatında en çok zikredilen konulardan biri olmuştur.

Devrinin sözü geçen ilim adamlarından olan Mustafa Behçet Efendinin hizmetleri arasında:

  1. Yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla kurulan Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediye’nin teşkilatlanması
  2. Mahmud’a sunduğu üç arizadan sonra 14 Mart 1827 de Osmanlı tıbbının batılılaşmasına büyük katkısı olan Tıbhânei Âmire ile Cerrahhâne-i Âmire’nin kurulması
  3. Karantina tedbirlerinin ülkeye yerleştirilmesi sayılabilir.

Tıp tarihi açısından 19 yüzyıl ve hemen sonraki dönem, modern tıp düşünce ve anlayışının kurumsallaştırılmaya çalışıldığı kritik bir dönem olmuştur. Geleneksel eğitimde usta-çırak yönteminin hâkim olduğu darüşşifalardaki eğitimden, modern eğitim sitemine geçişi sağlamak için; III. Selim (1789-1807) döneminde 1805’de Rum Tıp Okulu’nun ve 1806’da Kasımpaşa’da Tersane Tıbbiyesi’nin açılması, ileriki dönemde kurulacak Tıbhâne ve Cerrâhhane-i Âmire’ye ön ayak olmuştur.

Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi Tersane Tıbbiyesinde, dersler arasına kadavra üzerinde anatomi usulü koydurmuş, bunun için gerekli detayları nizamnameye aldırmış, ancak bu tıbbiyenin ömrü uzun olmamıştır. Her iki okul kısa süre içinde kapatılmıştır. Buna rağmen Sultan II. Mahmud (1808-1839) devrinde ve yeniçeri ocağının lağvından sonra kurulan yeni orduya yani Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediye’ye hekim yetiştirmek üzere Mustafa Behçet Efendi, üçüncü hekimbaşılığı sırasında 13 Ocak 1827’de hükümdara üç ariza sunmuştur. Bunlar:

  • Hekim eğitimi için yeni usul okul açmak
  • Açılan okula hoca ve iki muallim atamak
  • Okulun yerini belirlemektir.

Bu arizalar neticesinde Tıbhâne-i Âmire adı verilen ve günümüzde eğitimine halen İstanbul Üniversitesi çatısı altında devam etmekte olan bu yeni okul 14 Mart 1827 tarihinde açılmış ve eğitime başlamıştır. Tıbhâne’den sonra 29 Ocak 1832’de Topkapı Sarayı’na bitişik Gülhane Bahçesi’ndeki mevcut binalarda Cerrâhhane-i Âmire açılmıştır.

Mustafa Behçet Efendi Hekimbaşı yalısı adıyla tanınan, yerli ve yabancı entelektüellerin ziyaret ettiği Boğaziçi’ndeki kendi evinde zengin bir kütüphane oluşturmuştur. Mustafa Behçet’in hem tıp alanında hem de tıp dışındaki alanlarda Arapça, Farsça ve İtalyancadan çok sayıda tercümeleri ve ayrıca telif eseri bulunmaktadır. Tıp alanındaki eserleri şunlardır:

Risâle-i Telkih-i Bakari (Çiçek Aşısı Risalesi): Jenner’in 1798’de yazdığı An Inquiry Into The Causes And Effects Of The Variolae Vaccinae adlı eserinin 1801’de J. Marshall tarafından Vajuolo Vaccino adıyla yayımlanan İtalyanca tercümesinden, Mustafa Behçet Efendi’nin aynı yıl yaptığı tercümedir.

Vezâif-i Â’zâ: Antonio Caldani adlı bir İtalyan hekimin fizyolojiye ait Fisiologicae adlı eserine 1796 yılında yaptığı tercümesidir.

Tertîb-i Eczâ: Hacca giden yolcular için sağlık rehberi olması amacıyla rehber niteliğinde hazırlanmış bir eserdir. Bu eser 1817 yılında İstanbul’da basılmıştır.

Makâle fî Emrâzi’l-Frengiye: Johannes von Plench’in 1776’da Viyana’da yayınladığı Acquis Venera Labe Infedis Exhibendi adlı eserinin İtalyanca tercümesinden, Mustafa Behçet Efendi’nin 1830’da Türkçeye yaptığı tercümedir.

Kuşûr-ı Lebeniyye (Croutta de Lait): Konak hastalığının tedavisiyle ilgili bir eserdir.

Kolera Risalesi: Hindistan’da 1814’de başlayan ve zaman zaman çok şiddetlenerek seyri değişen ve Türkiye’yi de içine alan kolera salgınından dolayı, kolera mikrobunun bilinmediği bir dönemde yazılmıştır. Bu eser kolera hastalığının tanımı, belirtileri, korunma yollarını ve tedavisine dair çok önemli bilgiler içermektedir. Telifinin hemen ardından Arapça ve Almancaya tercüme edilmiş olan eser, 1831’de İstanbul’da basılmıştır.

Hezâr Esrâr: Mustafa Behçet Efendi’nin derlemeye başladığı, daha sonra Abdülhak Molla ve Hayrullah Efendi tarafından tamamlanan bir eserdir. Bu eserde halk arasında çeşitli hastalıklarda kullanılan ilaçlar derlenmiştir. Abdülhak Molla ve Hayrullah Efendi tarafından derlenen ilaçların sayısı 1000’e ulaştırılmış olup, 1862’de İstanbul’da bastırılmıştır.

Mustafa Behçet Efendi’nin tıp bilimi dışında da çalışmaları vardır. Bunlar:

Târîh-i Tabîî: Buffon’un Histoire Naturelle‘si 44 ciltlik büyük bir eserdir. Mustafa Behçet Efendi bu eserin iki cildini Târîh-i Tabîî adıyla tercüme etmiştir.

Târih-i Mısır: Abdurrahman el-Cebertî nin Mazhâru’t-Takdîs bi-Zehâbi Devleti’l-Francis adlı eserinin tercümesidir.

Mustafa Behçet Efendi ilk kez hekimbaşılığa geldiği sırada, Kuruçeşme’de bulunan Rum okulları içindeki Rum Tıp Mektebi (1805) ve Kasımpaşa’daki Tersane Tıbbiyesi’nin (1806) açılmasında büyük rol oynamıştır. Fakat bu okulların ömrü uzun olmamış ve kısa sürede kapanmıştır. Mustafa Behçet Efendi, üçüncü hekimbaşılığı döneminde eline geçen tüm fırsatları kullanmaktan çekinmemiştir. 1826 yılında dönemin sultanı II. Mahmut yeniçerilerin yerine kurulan yeni orduya hekim ve cerrah yetiştirilmesini istemiştir. Mustafa Behçet Efendi bunun için modern bir tıp okulu açılmasını teklif etmiş ve Tıbhâne-i Âmire adı verilen ve günümüzde eğitimine halen devam eden okul 14 Mart 1827 tarihinde açılmıştır.

Mustafa Behçet Efendi’nin tavsiyesiyle Tıbhâne-i Âmire’de bir de cerrah sınıfı açılmıştır. Böylece daha kısa süreli eğitimle ordunun cerrah ihtiyacı karşılanacaktır. Bu girişim 1832 yılında faaliyete geçecek olan cerrahlık okulu Cerrahhâne-i Âmire’nin açılmasını hazırlamıştır. Mustafa Behçet Efendi kendisi Tıbhâne-i Âmire’nin ilk yöneticisi olmuş ve bu okulun gelişmesini sağlamıştır. Mesela tıp hocaları ve öğrencilerinin şevkini artırmak ve tıp eğitiminin önemini vurgulamak için, II. Mahmut’tan tıp öğrencilerine rütbe ve nişan verilmesini istemiştir. Hekimbaşının talebinin kabul edilmesi ile Tıbbiye hem askeri bir okul düzenine girmiş, hem de nişanlarla ödüllendirilmiştir.

Mustafa Behçet Efendi bu nişan töreninin yapılmasından (6 Mart 1834) birkaç hafta sonra ani bir rahatsızlıkla hayatını kaybetmiştir. Büyük özverisiyle kurulmuş ve devamlı gelişerek günümüze kadar eğitimine hiç ara vermemiş olan bu okul, 1933 yılında İstanbul Tıp Fakültesi adını almış ve diğer tıp fakülteleri de bu fakülteden kaynak alarak kurulmuştur.

Bugün her sene ülkemizde 14 Mart’ta kutlanan tıp bayramı, Mustafa Behçet Efendi’nin kurucusu olduğu Tıbhâne-i Âmire’nin kuruluş tarihini ifade etmektedir.

Mustafa Behçet Efendi’nin tıp tarihi açısında bir başka önemli katkısı, diseksiyon ve otopsilerin Tıphâne-i Âmire’de uygulanmaya başlamasıyla, anatomi öğreniminde önünün açılmasıdır. Sultan III. Selim’i, diseksiyon ve otopsilerin yapılmasının Osmanlı tıbbı için zorunlu olduğuna inandıranlardan biriydi. Padişahı bu konuda yönlendiren Mustafa Behçet Efendi olmuştur. Ancak 19. yüzyıl’ın ilk yıllarında bu girişimler başarısızlığa uğramıştır. Sultan II. Mahmut zamanında kurulan Tıphâne-i Âmire’nin Tanzimat’tan sonra ders programlarında yenilenme ihtiyacı doğmuştur. Bu taleple birlikte, Avusturya’dan Sultan’ın bakımı için çağrılan ve Tıbbiye’de de görevlendirilen C.A. Bernard’ın isteği ve hekimbaşının desteğiyle, sınırlı şartlarla bile olsa, Padişah Abdülmecit (1839-1861) tarafından diseksiyon ve otopsilere izin verilmiştir. Bu gelişme anatomi öğretimi tarihimiz yönünden son derece önemlidir.

Mustafa Behçet Efendi’nin Osmanlı tıbbı açısından bir başka önemli katkısı karantina uygulamalarının yerleşmesinde karşımıza çıkmaktadır. Bengal’den Hindistan’a ve oradan da hacılar vasıtasıyla Hicaz’a taşınan; daha sonra Mısır ve Kızıldeniz üzerinden tüm dünyaya yayılan bulaşıcı hastalıklar, Afrika’ya kadar genişlemiş olan Osmanlı topraklarında aralıklarla büyük salgınlara yol açmıştır. İlk kolera salgını 1831’de görülmüş ve hızla yayılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu toprakları içinde salgınlarla mücadele ve karantina, din âlimlerinin hastalıklara yaklaşımından dolayı etkin uygulanamamıştır. Çünkü bu dönem din adamlarınca hastalıklar, Allah’ın günahkâr kullarını terbiye etmek için gönderilmektedir. Fakat salgının şiddetlenmesi ve ölümlerin artması üzerine halk, kendilerince bazı koruyucu önlemlere girişmiştir. Mustafa Behçet Efendi’nin Kolera Risalesi, alınması gereken önlemler konusunda halka ve devlete yol gösterici olmuş ve ilk kez ciddi anlamda karantina düzenlemesi yapılmasına olanak sağlamıştır. Bu düzenlemeleri takiben 4 Nisan 1838 tarihinde Dr. Antuvan Lago’nun “Salgınlarla mücadelenin önemi ve yöntemleri” konulu layihasının yayımlanmasını takiben İstanbul’da ilk resmî Karantina Meclisi kurulmuştur.