TIP BAYRAMINA DAİR

Daha on dört yaşında Sağlık Meslek Lisesine adım atar atmaz büyük sağlık ordusuna dahil olmuş ve otuz yıla yakın bu hizmette bulunmuş biri olarak, yazımı Tıp Bayramı ile ilgili ve sağlık çalışanı meslektaşlarıma ithafen yazmak istiyorum. Bu vesileyle, özellikle pandemi sürecinde hayatın vazgeçilmezleri arasında olduklarını bir kez daha iliklerimize kadar hissettiğimiz tüm sağlık mensuplarının Tıp Bayramını kutluyorum.

İnsanlığın en eski mesleklerinden biri hekimlik. Tarih öncesi devirlere ait arkeolojik buluntular, bizi insanların ilk devirlerden itibaren sağlığa dair faaliyetlerin içinde olduğunu kanıtlamaktadır. Daha yakın dönemlerde Erbil yakınlarında bulunan Şanider Mağarası içinde bulunan kalıntılar, kemikler üzerine tıbbi müdahaleye işaret eden izler ve tedavi amaçlı biriktirildiği düşünülen bitki yapraklarını bize sunmaktadır. Bunun yanında Mezopotamya’da M.Ö VII. yüzyılda hüküm süren ve Sümer–Babil kültürüne Rönesans devri yaşatan Asurbanipal’in (668-27) Nippur kazılarında bulunan kütüphanesinden çıkarılan yaklaşık 25.000 tabletten 1000 kadarının tıpla ilgili olduğu bilinmektedir. Bu tabletlerden birçoğu okunmamıştır. Fakat yalnızca okunabilmiş olanları bile bize bu döneme dair önemli ipuçları vermektedir.

Tıp dendiğinde aklımıza şüphesiz Eski Mısır Medeniyeti ve Grek Medeniyeti gelmektedir. Mısır tıbbı Mezopotamya bölgesine göre daha çok gelişme göstermiştir. Bu medeniyetin tıp bilgisi düzeyine ışık tutan kaynakların başında duvar resimleri, mumyalar ve tıp papirüsleri gelmektedir. Yine Herodot ve Diodoros gibi tarihçiler de tıp tarihinin bu yönünü ortaya çıkaran önemli bilgiler aktarmaktadır. Bugüne kadar ulaşmış ve incelenmiş olan papirüslerden Ramesseum papirüsü, Edwin Smith cerrahi papirüsü, Ebers papirüsü, Hearts papirüsü, Kahun papirüsü ve Karlsberg papirüsü en önemlileridir. Ünlü Grek hekim Galen’in de tıp eğitiminin bir döneminde Mısır’da bulunduğu bilinir.

Antik Yunan Medeniyetine ait ilk tıp bilgileri M.Ö. IX. yüzyıla kadar dayanmaktadır. Homeros’un İliada ve Odysseia adlı eserinde yüz elliye yakın anatomi terimi bulunur. Arkeolojik bulgular içinde bu döneme ait Akhilleus’un Patroklos’un yaralanan kolunu sardığı ve Stenelos’un Diomedes’in yaralanan elini bandajla sarmasını resimleyen vazolar bulunmaktadır. Kos halkından önemli hekimler ortaya çıkmıştır. En önemlilerinin Hipokrat ve onun ataları Asklepios Ailesi olduğu kaynaklarda görülmektedir.

Hipokrat tıbbın babası sayılmış bir hekimdir. İslam literatüründe de, ilki Asklepios olan ve Galen’e kadar devam eden sekiz tıp üstadı arasında sayılmıştır. Hipokrat kendi dönemine kadar gelen geleneksel tıp metotlarına karşılık, akıl ve tecrübeyi önceleyen yeni bir tıp anlayışı ortaya koymuştur. Eserleri ve tıp teorileri, kendisine nispet edilen tıp külliyatı ile günümüze kadar ulaşmıştır. Özellikle Abbasiler Döneminde Beytülhikme adı verilen ve Büyük İslam Medeniyetinin inkişafında öncülük etmiş tercüme evinin önemli çalışmalarının başında Hipokrat’a nispet edilen eserler ve bunlara Galen’in yaptığı şerhler gelmiştir.

İbn Ebi Usaybia, İbnü’n Nedim ve İbn Cülcül bize tarihin başlangıcından itibaren tıbba ve hekimlere geniş yer veren önemli müellifler arasında bulunur. Özellikle İbn Ebi Usaybia ve İbn Cülcül’ün hekim tabakatları bize hem genel olarak tıbbı başlangıcı hem de hekim biyografilerine dair doyurucu bilgi sunmaktadır. Özellikle tercüme faaliyetlerinin yoğunlaşması, İskenderiye Okulu ve Cündişapur Okulu’ndan beslenen bilim adamlarının da katkısıyla bilim dünyasında altın çağı başlatmış, bu dönemden itibaren İslam dünyasında Ali bin Rabben, İbn Sina, Ebu Bekir Razi, Zehravi gibi dünya çapında eserleriyle tanınan hekimler ortaya çıkmıştır. Bu hekimlerin eserleri yüzyıllarca Müslümanlar ve Avrupalılar tarafında ders kitabı olarak okutulmuştur.

İslâm dünyasında 8. ve 9. yüzyıllarda yetişen hekimlerin başında Ali b. Rabben et-Taberî gelmektedir. Ali b. Rabben, külliyat türünde ilk kez yapılan ve tıp biliminin bütün dallarını içeren tıp ansiklopedisi niteliğindeki Firdevsü’l-Hikme’yi telif etti. Bu çalışmada o, Süryânî ve Grek kaynaklarının asıllarından istifade etti, tercümelerine ihtiyaç duymadı. Eserin özellikle de Hint tıbbına dair olan kısmı oldukça değerlidir.

Ali b. Rabben’in Firdevsü’l-Hikme adlı eseri ve diğer eserlerinde ortaya koyduğu fikir ve tespitler İslâm medeniyetinde kendinden sonra gelen ilim adamlarının çalışmalarına tesir etti. Bunlar arasında klinik tıbbın üstadı ve tıp ilmine katkılarından dolayı “Arapların Galen’i” kabul edilen Ebû Bekir Râzî; tıp dünyasında büyük yankılar uyandıran ve 13. yüzyıla kadar Avrupa’da ve İslâm dünyasında okullarda klasik ders kitabı olarak okutulan Kâmilü’s-sınâ‘a’nın müellifi Ali b. Abbas el-Mecûsî; tıp alanındaki eserleriyle İslâm dünyası yanında Avrupa tıp geleneğini de etkileyen, Batı’daki etkisini 17. yüzyıla kadar sürdüren ve Grek tıp otoritesi olan Hipokrat ve Galen’in şöhretini gölgede bırakan bir âlim olarak kabul edilen İbn Sînâ gibi önemli hekimler bulunmaktadır.

Ebu Bekir Râzî hastalıkları fizyolojik ve ruhî olarak ikiye ayırmış, buna göre tıbbı da et-tıbbu’r-ruhanî ve et-tıbbu’l-cesedânî olarak sınıflandırmıştır. Ruh sağlığı ile beden sağlığı arasında ilişki kurmuştur.

Tıp bilimi ile ahlak arasında da ilişki kuran Ebu Bekir Razî, ahlak ile tıbbın birbirinden ayrılamayacağını kabul ederek, tıp etiğine dair eserler vermiştir. Tıp etiği hakkındaki görüşlerinin Hipokrat ve Galen’in görüşleri ile benzerlik arz ettiği görülmektedir. “Ahlâku’t-Tabip” (Hekim Ahlâkı) ve “Mihnetü’t-Tabip” (Doktorun Sınavı) isimli eserleri bu alanda yazılmış en önemli eserlerdir. Ona göre hekimin sorumluluklarından en önemlisi, çok çalışmasıdır. Bunun yanında bilimsel bilgiyi ilerletmesi ve tıp eğitimine büyük önem vermesi de gerekmektedir. Bunları sağlayabilmek için, tıp bilgisine ek olarak, felsefe, muhakeme ve doğa bilimlerine de hâkim olmalıdır. Çünkü söz konusu bilimleri bilmeyen bir hekim, sıradan işler dışına çıkamaz. Hekimin sorumlulukları arasında belki de en önemli olanlarından biri, hekimin halife veya yöneticilerin yanında, insanları öldürmeye yönelik zehir veya ilaçlara dair herhangi bir bilgi vermemeleridir. Eğer halife hekimden bu yönde bir talepte bulunursa, hekim buna olumsuz yanıt vermelidir. O dönem için uygulaması çok zor gibi görünen bu prensibin bir etik kural olarak zikredilmesi, Ebu Bekir Râzî’nin ne derece cesur ve güçlü bir hekim olduğunu göstermektedir.

İslam dünyasının ve belki de insanlık tarihinin en büyük filozof ve hekimlerinden biri olan İbn Sina, tıp alanındaki çalışmalarıyla İslam dünyası yanında Avrupa tıp geleneğini de derinden etkilemiştir. Onun Batı’daki etkisinin 17. yüzyıl sonuna kadar sürdüğü ve eski Yunan tıp otoritelerinin şöhretini gölgede bıraktığı kabul edilmektedir. Nitekim ölümünden yüzyıl sonra, bir tıp şaheseri olarak bilinen ve Batı’da “tıbbın mukaddes İncil’i” olarak anılan el-Kânûn fi’t-Tıb adlı eserinin İspanya’da Latinceye tercüme edilip 13. yüzyıldan itibaren Avrupa’daki birçok tıp fakültesinde ders kitabı olarak okutulması ve 17. yüzyılda İspanya’daki bir üniversitede İbn Sina (Avicenna) kürsüsünün ihdas edilmesi bunu göstermektedir. Ayrıca el-Kânûn fi’t-tıbb’ın Latince bir neşrinde yer alan kapak resmi, onun tıp ilmindeki otoritesinin nasıl değerlendirildiğinin bir göstergesidir. Sözkonusu resim İbn Sina’yı ortada bir tahtta, Hipokrat ve Galen’i de onun iki yanında otururken tasvir etmektedir. İslam dünyasında kendisinden sonra gelen bazı Müslüman hekimler hakkında “devrin İbn Sina’sı” tabirinin kullanılması, bu otoritenin İslam dünyasında da aynı şekliyle devam ettiğini göstermektedir. İbn Sina’dan bir asır sonra yaşamış olan şair Arûzî, el-Kânûn fi’t-tıb hakkında şunları yazmıştır: “Eğer Hipokrat ve Galen sağ olsalardı, bu kitabın önünde secde etmeleri gerekirdi.”

el-Kânûn fi’t-Tıb adlı eseri böylesine önemli yapan şey, modern Avrupa tıbbının temelini teşkil etmesi ve Hint tıbbı için de dönüştürücü bir güç olmasıdır. Öyle ki yaşadığı çağda Avrupa’da hekimlik seyyar berberlerin elinde can çekişirken İbn Sina gerçek hekimliğin nasıl olması ve yapılması gerektiğini tüm dünyaya ilan etmiştir. Dahası o dönemde hastalıkları tanrısal bir ceza olarak gören Batı toplumuna tıbbın gerçek kanunlarını öğretmiştir.

Endülüslü hekim Zehravi de cerrahlığı ve bu alandaki çığır açıcılığı ile ünlenmiştir. Öncü ve yol açıcı çalışmaları, geliştirdiği aletleri ve bunların çizimleri göz önüne alınırsa, onun cerrahinin hem atası hem de çığır açıcısı olduğu söylenebilir. Meşhur eseri Tasrif cerrahi alanının en önemli çalışmalarından biridir.

Osmanlı Dönemi tıbbına geldiğimizde en öncelikli anmamız gereken Konyalı Hekim Hacı Paşa’dır. Şifâʾü’l-Eskâm ve Devâʾü’l-Âlâm adlı meşhur kitabı yanında Müntehab-ı Şifâ ve Teshîl adında eserlerinden de bahsedilir.

Fatih Dönemi hekimlerinden olan ve aynı zamanda Fatih’in hocası olarak da bilinen Akşemseddin: “Büyük hastalıkların çeşitlerine göre tohumları ve kökü vardır. Ot tohumu gibi, ot kökü gibi… Zira babadan, anadan irsiyet yolu ile geçen hastalıklardan bazısı, sara, nıkris ve cüzam gibi olanlar, hastalık görüldükten yedi sene sonra tekrar çıkarlar. Yiyecek ve içeceklerde hâsıl olan hastalıkların tohumu çabuk çıkar ve büyür.” ifadeleriyle tıp tarihinde bir ilki gerçekleştirmiş, hastalıkları ikiye ayırmıştır. Birinci tip hastalıklar anne babadan çocuğa geçen kalıtımsal hastalıklardır. Diğeri ise, onun gözle görülmeyecek kadar küçük tohumlar olarak tabir ettiği mikroplar vasıtasıyla insandan insana bulaşan bulaşıcı hastalıklardır.

Akşemseddin’in, mikroskobun keşfinden çok zaman önce, şu anda adına mikrop denen organizmaların varlığını ve hatta hastalık sebebi olduklarını fark etmesi, onun hastalıklar hakkında ne kadar feraset sahibi olduğunun göstergesidir. Bu buluşu Türk ve dünya tıp tarihinin önemli adımlarından birisidir. Ancak, kendisinden sonra konu üzerine çalışmaların devam etmeyişi, tıp tarihinin daha erken bir döneminde bu konuda mesafe kat edilmesinin önüne geçmiş ve bulaşıcı hastalıkların önlenmesi ve tedavi çalışmalarının gecikmesine sebep olmuştur. Mikrobun hastalık sebebi olduğu, ancak 1876’da Alman bir tabip tarafından tekrar ortaya konduktan sonra bakteriyoloji çalışmaları hız kazanmış, tıp ilmi kümülatif bir şekilde ilerlemiş ve birçok hastalığı önleme ve tedavide olumlu gelişmeler gözlemlenmiştir.

Osmanlı Dönemi için Sabuncuoğlu Şerefeddin, Hekim Nidâî, Dâvûd-ı Antâkî, Şemseddin-i İtâkî, Emir Çelebi, Abbas Vesim Efendi, Abbas Vesim Efendi, Gevrekzâde Hâfız Hasan Efendi, Şânizâde Mehmet Ataullah Efendi ve Mustafa Behçet Efendi’yi de kendi dönemlerine katkıları ve tıp alanında verdiği eserleriyle anmak gerekir. Abbas Vesim Efendi, Osmanlı’da tıbbi eserler konusunda Batı’ya açılımın başladığı dönemde, İslami tıp geleneğinin son temsilcisi olarak kabul edilmektedir. Artık Batı’da yapılan modern çalışmaların Osmanlı tıbbına etkisinin yoğun olarak yansıması, Şânizâde Mehmet Ataullah Efendi ve Mustafa Behçet Efendi dönemlerine rast gelmektedir.

Tıp tarihi açısından 19 yüzyıl ve hemen sonraki dönem, modern tıp düşünce ve anlayışının kurumsallaştırılmaya çalışıldığı kritik bir dönem olmuştur. Geleneksel eğitimde usta-çırak yönteminin hâkim olduğu darüşşifalardaki eğitimden, modern eğitim sitemine geçişi sağlamak için; III. Selim (1789-1807) döneminde 1805’de Rum Tıp Okulu’nun ve 1806’da Kasımpaşa’da Tersane Tıbbiyesi’nin açılması, ileriki dönemde kurulacak Tıbhâne ve Cerrâhhane-i Âmire’ye ön ayak olmuştur.

Şânîzâde Mehmed Atâullah Efendi, Avrupa’da ilerleme kaydetmiş olan modern tıbbın, Osmanlı Devleti tıbbınnda tanınması ve benimsenmesinde önemli dönüm noktası olmuştur. Avrupa’da basılan pek çok tıbbî eseri, bizzat kendisi Türkçeye çevirmiş ve diğer faaliyetleriyle de modern tıbbın kabul edilmesini sağlamıştır. Medreseli bir âlim solarak, kendisinden öncekilerin yaptığı gibi tıp ve diğer bilim dallarında İslâm ve Batı arasında uzlaştıran, orta yol izleyen rol almamıştır. Şânîzâde Batı bilimini, yani diğer bir deyimle modern tıbbı doğrudan doğruya alan ve aktaran önemli bir şahsiyet olmuştur.

Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi Tersane Tıbbiyesinde, dersler arasına kadavra üzerinde anatomi usulü koydurmuş, bunun için gerekli detayları nizamnameye aldırmış, ancak bu tıbbiyenin ömrü uzun olmamıştır. Her iki okul kısa süre içinde kapatılmıştır. Buna rağmen Sultan II. Mahmud (1808-1839) devrinde ve yeniçeri ocağının lağvından sonra kurulan yeni orduya yani Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediye’ye hekim yetiştirmek üzere Mustafa Behçet Efendi, üçüncü hekimbaşılığı sırasında 13 Ocak 1827’de hükümdara üç ariza sunmuştur. Bunlar:

  • Hekim eğitimi için yeni usul okul açmak
  • Açılan okula hoca ve iki muallim atamak
  • Okulun yerini belirlemektir.

Bu arizalar neticesinde Tıbhâne-i Âmire adı verilen ve günümüzde eğitimine halen İstanbul Üniversitesi çatısı altında devam etmekte olan bu yeni okul 14 Mart 1827 tarihinde açılmış ve eğitime başlamıştır. Tıbhâne’den sonra 29 Ocak 1832’de Topkapı Sarayı’na bitişik Gülhane Bahçesi’ndeki mevcut binalarda Cerrâhhane-i Âmire açılmıştır.

Mustafa Behçet’in hem tıp alanında hem de tıp dışındaki alanlarda Arapça, Farsça ve İtalyancadan çok sayıda tercümeleri ve ayrıca telif eseri bulunmaktadır. Risâle-i Telkih-i Bakari (Çiçek Aşısı Risalesi), Vezâif-i Â’zâ, Tertîb-i Eczâ, Makâle fî Emrâzi’l-Frengiye, Kuşûr-ı Lebeniyye, Kolera Risalesi ve Hezâr Esrâr tıp alanındaki eserlerindendir.

Mustafa Behçet Efendi’nin tavsiyesiyle Tıbhâne-i Âmire’de bir de cerrah sınıfı açılmıştır. Böylece daha kısa süreli eğitimle ordunun cerrah ihtiyacı karşılanacaktır. Bu girişim 1832 yılında faaliyete geçecek olan cerrahlık okulu Cerrahhâne-i Âmire’nin açılmasını hazırlamıştır. Mustafa Behçet Efendi kendisi Tıbhâne-i Âmire’nin ilk yöneticisi olmuş ve bu okulun gelişmesini sağlamıştır. Mesela tıp hocaları ve öğrencilerinin şevkini artırmak ve tıp eğitiminin önemini vurgulamak için, II. Mahmut’tan tıp öğrencilerine rütbe ve nişan verilmesini istemiştir. Hekimbaşının talebinin kabul edilmesi ile Tıbbiye hem askeri bir okul düzenine girmiş, hem de nişanlarla ödüllendirilmiştir.

Mustafa Behçet Efendi bu nişan töreninin yapılmasından (6 Mart 1834) birkaç hafta sonra ani bir rahatsızlıkla hayatını kaybetmiştir. Büyük özverisiyle kurulmuş ve devamlı gelişerek günümüze kadar eğitimine hiç ara vermemiş olan bu okul, 1933 yılında İstanbul Tıp Fakültesi adını almış ve diğer tıp fakülteleri de bu fakülteden kaynak alarak kurulmuştur.

Bugün her sene ülkemizde 14 Mart’ta kutlanan tıp bayramı, Mustafa Behçet Efendi’nin kurucusu olduğu Tıbhâne-i Âmire’nin kuruluş tarihini ifade etmektedir. İlk kez 14 Mart 1919’da kutlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda işgal edilen İstanbul’da, işgal güçlerine tepki olarak tıp öğrencileri tarafından başlatılmıştır. Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer Paşa, Dr. Akil Muhtar (Özden) gibi ünlü hocalar da öğrencilere katılarak bu tepkileri desteklemişlerdir. O günden beri, arada kısa süreli tarih değişiklikleri olmakla birlikte, 14 Mart tıp bayramı olarak kutlanmaya devam edilmiştir.

Tıp Bayramı sağlık ordusunun vatan savunmasındaki rolünü temsil eder. 1915 yılından itibaren Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane öğrencileri cepheye giderek hem silahlı vatan savunmasında rol almış hem de hastanelerde hizmet etmişlerdir. 1915 yılında Tıbbıyeye giren öğrencilerin tamamı şehit düşmüş ve Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane 1921 yılında hiç mezun verememiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında 376 tıp öğrencisinin şehit olduğu kaydedilmektedir.

Bugün tüm dünyayı kasıp kavuran Corona salgınında yine tüm sağlık ordusu vatan savunması için işlerinin başındadır. Bizim ekmek almak için bile dışarı çıkmaya korktuğumuz, adeta birbirimizden kaçtığımız, türlü türlü dezenfeksiyon ve korunma yollarına saldırdığımız o korku ve panik döneminde sağlık ordusu, virüsle göğüs göğüse cesurca savaşmaya devam etmiştir. Ülkemizin yaşadığı deprem felaketlerinde de görüldüğü üzere sağlık ordusu hekimi, hemşiresi, teknisyenleri ve diğer personeli ile ateş hattında cephenin önünde olmuşlar ve olmaya da devam edeceklerdir.