MAKAM VE GÜÇ KAVGASININ ERİTTİĞİ BİR HEKİMBAŞI: EMİR ÇELEBİ

Dünya tarihi boyunca her toplum ve coğrafyada, dini, ırkı, rengi ne olursa olsun insanlar aynı acıları çekegelmiştir. Bilim, siyaset, din, sanat gibi gelişmiş insana özgü değerler, son derece primitif olarak değerlendirebileceğimiz menfaat kıskacına sıkışmaya devam etmiştir. Bilim adamlarının, din adamlarının, sanat ve edebiyat insanlarının bundan payını sık sık aldığına şahit oluyoruz. Ortada belli miktarda bir pasta var. Aslında adaletle dağıtıldığında herkese yetebilecekken, hırs, açgözlülük, hamaset gibi insanda bulunan şeytani özellikler kimilerinin aç kalmasına, önemli bölümünün bunu kavga ve kanla elde etmesine yol açıyor. Sürekli işittiğimiz dünya düzeni, yer altı kaynaklarının kontrolü, dünyanın beşten büyük olması ve bu beşin dünyanın geri kalanının emeği ve gözyaşı üzerinden tahakkümünü devam ettirmesi ve bitmeyen çekişmeler…

Benim burada ele almak istediğim kısım daha çok ilim adamlarının aldığı pay yönündedir. Tarihimiz maalesef mihnelerle, sürgünlerle doludur. Bugün büyük bir değer olarak sayıp sevdiğimiz İmam-ı Âzam Ebu Hanefi, Buharî, İbn Hanbel gibi İslam Dünyasının kâhir ekseriyetinin önünde ışık olan alimlerin kendi zamanlarında sürgünlere, işkencelere maruz kaldığını öğrenmek insanı şaşırtıyor. Günümüz İslam Dünyasının büyük çoğunluğunu kendi çemberi içine alan Hanefilik Mezhebinin imamı İmamı Azam Ebu Hanife, kendi döneminde fikirlerinden dolayı büyük iftiralara maruz bırakılmış ve ileri yaşına rağmen sistemli işkence görmüştür. Durum böyle olunca, aslında işin esasının bilimsel ve dini hassasiyet değil, pastadan daha çok pay hak ettiğini düşünen grupların hamaseti olduğunu görmek zor değildir. Ben bu durumu birebir yansıtan, tarihi bir şahsiyetin yaşamıyla anlatacağım. Emir Çelebi tamamen koltuk ve makam çekişmesi sonucu uyuşturucu kullandığı iftirasıyla idam edilmiş bir hekimdir. Bu üzücü hayat hikayesinin günümüze ışık olmasını diliyorum.

Emir Çelebi 1500’lü yılların sonunda veya 1600’lerin hemen başında dünyaya gelmiş ve ilköğrenimini Edirne’de tamamladıktan sonra 1622-3 tarihlerinde Kaptanıderya Recep Paşa’nın takdirini kazanarak onun özel hekimliğine tayin edilmiş bir hekimdir. Tıp öğrenimi için Kahire’ye giden Emir Çelebi, orada öğrenimini tamamladıktan sonra da kalmış ve burada bulunan meşhur Kalavun Hastanesinin baştabipliği görevine kadar yükselmiştir.

1622-3 yılında Akdeniz seferine çıkan Osmanlı Kaptanıderyası Recep Paşa, Kahire’ye vardığında Emir Çelebi’nin ününü duymuş ve onu kendi özel hekimliğine atamıştır. Kısa sürede ünü yayılan Emir Çelebi önce tımar defterdarlığına, daha sonra IV. Murad’ın muhasipliğine kadar yükselmiştir. Osmanlı Sarayının hassa hekimleri arasına katılan Emir Çelebi, bilgisiyle ve maharetiyle 1629 Mart ayında Musa Efendi’nin yerine saray hekimbaşılığına yükselmiştir. Sultan I. Mustafa, II. Osman ve IV. Murad dönemlerinde de bu görevi yürütmüştür.

Hekimbaşılık II. Bayezid döneminde kurumsallaşmış, hükümdar ailesinin sağlığını korumak yanında, devletin sağlık politikalarını belirleyen önemli bir kurumdur. Bu kurumun başına gelmiş olması, Emir Çelebi’nin meslekî yeterlilik kadar siyasi yönünü ve üstün kişiliğini de göstermesi bakımından önemlidir. Kaynaklar Emir Çelebi’nin, iyi bir hekim, iyi bir bilim adamı, sohbetinin güzel ve tatlı olduğunu kaydetmektedir.

Saraydaki itibarının çok olduğu, kendisine Eskişehir’in bir kazası olan Mihalıççık’ın hizmetlerinin karşılığında arpalık olarak verildiği, yine İstanbul’da Unkapanı’nda bir muayenehanesinin bulunduğu kayıtlar arasındadır.

Tıp ile ilgili en önemli eseri Mûzecü’t-Tıb adlı eseridir. Bunun yanında Neticetü’t-Tıb ve Garîbu’l-Hekim adında iki tıp eseri daha mevcuttur. Eserlerinin en önemlisi Mûzecü’t-Tıb adlı eseridir. 1624 senesinde Kasımpaşa’da tamamlanan bu eser, Kaptanıderya Recep Paşa’ya ithaf edilmiştir. Kitap bir mukaddime, altı ders ve bir hatimeden oluşur.

Bu kitapta öncelikle, kendisinden önceki tıbba dair bilgileri değerlendirmekle beraber, bunların aynen uygulanmasının doğruya götürmeyeceğini vurgular. Bilginin zamanla değiştiği ve yenilendiğini beyan eder. Bunun için de İbn Sina’nın Kânun’undan bazı örnekler verir. Buna göre mesela İbn Sina döneminde yetişen bir bitkinin kendi döneminde yetişen aynı bitki ile aynı sonuçlar vermediğini ifade eder. Hatta kendi dönemindeki aynı bitkinin farklı şehirlerde yetişenlerle bile farklı sonuçlar verdiğini gösterir. İklimin ve toprağın bitkilerin yapısını ve dolayısıyla da bunların insanlar ve diğer canlılar üzerindeki etkisini değiştirdiğini kabul eder.

Emir Çelebi bu eserinde tüm iskelet sistemi, kas sistemi, sinir sitemi, dolaşım sistemi ve iç organlarla ilgili anatomik ve sistemik bilgiler vermektedir. Anatomi ile ilgili verdiği bilgiler kendinden önce bu alanda eserler vermiş olan Ebu Bekir Razî, İbn Sina, Cürcânî ve Ali b. Abbas gibi âlimlerin verdiği bilgilerden farklılık göstermemekle birlikte, genel tıp kitabında anatomiye dair bir bölümün bulunması, esere değer katmaktadır.

Anatomi ile ilgili bölümde asıl önemli olan, teşrih (diseksiyon) yani ölen insanın bedeninin açılması ve bütün yapılarının ayrılması suretiyle tıp öğrencilerine gösterilmesi ve eğitim için kullanılmasını savunmaktadır. Kendinden önceki tıpkı İbn Sina ve Şerefeddin Sabuncuoğlu gibi, bunu tıp eğitimi açısından gerekli bulmaktadır. Bunun için savaşlarda öldürülen gayrimüslimlerin cesetlerinin kadavra olarak kullanılabileceğini ileri sürerken, hayvanların da bu amaçla değerlendirilebileceğini belirtmektedir. Bu hayvanlar arasında domuz ve maymunun adını zikreder.

Meslek ahlakına (deontoloji) dair yazdığı bölümde, Hipokrat’ın hekimlerde olması gereken on ilkesine ek olarak, teşrihin öğrencilere yaptırılmasının önemini vurgulaması, içinde bulunduğu toplumun genel yapısı göz önüne alındığında, büyük önem taşımaktadır. Kendisinden önce de Osmanlı’da teşrihe yer veren eserler vardı. Cerrahnâme sahibi Cerrah İbrahim’in, Alâ’im-i cerrâhîn adlı eserinde beyin ve sinir teşrihine dair bir bölüm bulunmakta idi. Bu durum teşrihin Osmanlı’da 1505 yılına kadar geriye gidilebildiğini göstermektedir. Fakat toplumda genel kabul görmemiş olması ve İslam’da teşrihin yasak olduğuna dair bazı görüşler bulunmasından dolayı, Emir Çelebi’nin, savaşta ölenlere teşrih yapılmasını önermiş olması, büyük önem arz etmektedir.

Kadın hastalıkları ve gebelikle ilgili bölümde Emir Çelebi, Hipokrat’tan, Mısır papirüslerinden, İbn Sina ve Râzî’den aldığı bilgiler yanında, kendi gözlemlerine de yer vermiştir. Bu bölümde kadın sağlığı, gebelik, doğum, kısırlık ve aile planlamasına dair bilgiler bulunmaktadır.

Emir Çelebi’nin uzun dönem hassa hekimliği ve hekimbaşılık yapmış olması, birtakım kıskançlıklara ve dolayısıyla da düşman kazanmasına yol açmıştır. Öyle ki kendisine arpalık verilmesi, özel muayenehanesinde kazanç elde etmesi ve saraydaki itibarının yüksek olması, saray içinde ve çevresinde ve özellikle Sadrazam Bayram Paşa ve Silahdâr Mustafa Paşa’nın düşmanlığını kazanmasına yol açmıştır.

Silahdâr Mustafa Paşa’nın kendi akrabasını özel bir göreve getirmek istediğine ve Emir Çelebi’nin buna engel olduğuna bakacak olursak, saray içindeki atamalarda Emir Çelebi’nin Padişah nazarında ne kadar güçlü olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Dolayısıyla bu durum, kendisine dönük kıskançlıkları körüklemiş ve iftira ile infazına sebep olmuştur.

Silahdâr Mustafa Paşa’nın hassa hekimliğine, kendi akrabası olan bir hekimi atamak istemesi ve Emir Çelebi’nin buna müsaade etmemesi, Mustafa Paşa’nın öfkesine sebep olmuştur. Saray hekimlerinden Zeynelabidin de Mustafa Paşa’nın tarafını tutmuş ve Paşa’nın öfkesini körüklemiş, bu olayın akabinde Mustafa Paşa, Emir Çelebi’yi ortadan kaldırmak için, uyuşturucu kullandığı iftirasını atmıştır. Bu iftiraya itibar eden IV. Murad, Emir Çelebi’yi infaz etmiştir. Bu infaz, 13 Ekim 1638 yılında Bağdat seferi sırasında gerçekleşen bir satranç müsabakası sırasında düzenlenmiş ve Mustafa Paşa’nın Emir Çelebinin kuşağında afyon sakladığı ve bunları kullandığı şeklindeki iftirası sonucunda gerçekleşmiştir.

Bu müsabaka sırasında Emir Çelebi’nin bir ara dışarı çıkmasıyla IV. Murad’a bu bilginin verildiği, Padişah’ın Emir Çelebi geri döndüğünde bu durumu sorması üzerine Emir Çelebi’nin kuşağındakilerin etkisi azaltılmış afyon olduğunu söylediği kaynaklarda belirtilmektedir. Bunun üzerine IV. Murad, on dirhemden fazla olan bu afyonu, Emir Çelebi’ye yutturmuştur. Bu uyuşturucuyu etkisiz hale getirecek olan panzehiri almasını geciktirmek için de maçı uzatmış ve Emir Çelebi kısa süre sonra aşırı doz uyuşturucudan ölmüştür.

Bu dönemde afyonun narkoz amacıyla kullanıldığı göz önüne alınacak olursa, Emir Çelebi’nin meslekî olarak yanında veya malzemeleri arasında bulundurması gerekli olan bu maddeyi kullanmakla itham edilmesi, kendini savunmasına meydan verilmeden ve yargılanmadan infaz edilmesi, dönemi ve oluşan öfkeyi değerlendirmek açısından büyük önem taşımaktadır.

Daha XVII. yüzyılın başında önemli başarılar elde etmiş, modern anatomi biliminin çok daha sonradan kullanmaya başladığı kadavra çalışmaları ve hayvan deneylerini erken dönemde zikrederek anatomi bilimi açısından önemli gelişmelere önayak olmuş bir bilim adamının, sadece makam ve para kaygısıyla ve siyasî otorite eliyle yok ettirilmesi, Türk Bilim Tarihi açısından olduğu kadar Siyaset Tarihimiz açısından da kara bir lekedir. Bir takım makam ve para hırsı sahiplerinin, kendi menfaatleri için bir bilim adamını ne tür oyunlar neticesinde karaladıkları ve siyasetin önüne attıklarının en açık örneğidir.